1953 yılında, yani yarım yüzyıl kadar önce, “Milli Eğitim Vekaleti Modern Tiyatro Eserleri Serisi”nde “Nuh” isimli bir oyun yayınlandı. Nuh’un (Noé) çevirisi Mübeccel Bayramveli tarafından yapılmış. Nuh’un yazarı André Obey’dir. Obey 30 yıl önce hayattaydı, 1975 yılında 83 yaşında aramızdan ayrıldı. Nuh isimli oyunu ilk kez 1930 yılında “Compagnie des Quinze” tarafından “Vieux Colombier” tiyatrosunda oynanmıştır.
Kutsal kitaplardaki tufan hikâyesinin/efsanesinin konusu herkesin bildiği üzere kısaca şöyledir: Tanrı, günahkâr insanları cezalandırmak için yeryüzünü sularla doldurur, sadece Nuh ailesiyle her cinsten bir çift hayvanı kurtarmaya karar verir. Nuh bizzat kendisi bir gemi inşa eder ve günlerce denizlerde dolaştıktan sonra karaya çıkar; böylece insanların ve öteki canlıların türemesi sağlanır.
Obey’in oyununda Nuh daha ilk sayfada Tanrı’yla bir arkadaş, bir dost gibi konuşmaya başlar. Burada insanı ferahlatan bir tarz vardır. Başlarda bir yerde “Gemiye dümen yapayım mı?” diye Tanrı’ya sorar, Tanrı’nın dümen kelimesini anlamadığını düşününce Dümen kelimesini Davut’un D’si, Üzüm’ün Ü’sü gibi açıklamaya başlar. Bu oyunun en güzel yanı korkulması, yere kapanılması istenen bir doğaüstü güçle yapılan bu teklifsiz, bu içlidışlı, bu kardeşçe, bu senlibenli, bu sevimli konuşmalardır.
Obey’in bu oyununu okurken jeofizikçiler William Ryan ve Walter Pitman tarafından kaleme alınmış “Nuh Tufanı” isimli kitap aklıma geldi. Bu iki bilim adamı Kolombiya Üniversitesi Lamont Doherty Yer Gözlemevi’nde çalışıyorlar. Kitaplarındaki tezden kısaca bahsedeyim: Bu teoriye göre Karadeniz bir zamanlar bir göldü; bu gölün çevresinde çiftçilikte gelişmiş topluluklar yaşıyorlardı. Karadeniz şimdiki seviyesinin 150 metre aşağısındaydı. Akdeniz de bir zamanlar çöldü. 5 milyon yıl kadar önce Atlas okyanusu Cebelitarık Boğazı (İspanya) üzerinden taştı ve Akdeniz havzasını doldurdu. Yükselen denizler 7600 yıl önce de Boğaziçi Vadisi’nden taştı, Ege Denizi Karadeniz havzasına aktı. Deniz suları Niagara Çavlanından 400 kat daha büyük bir güçle Boğaziçi’nden çağlayarak taşmıştı. Karadeniz taşkınından Mezopotamya’ya kaçan insanlar ve onların soyundan gelenler öyküler yarattılar. Bunlar da Sümerlerin Gılgamış Destanı’nda anlatılan büyük tufan öyküsüne esin kaynağı oldu. Gılgamış Destanı Tevrat’tan bile önce yazılmıştır ve İncil’deki tufan öyküsü de Gılgamış destanındakinin neredeyse aynısıdır; tez kısaca budur.
Gördüğümüz gibi bilim, gerçeğin ne olduğunu bilmek için hiç durmadan, hiç üşenmeden zevkle ve hevesle çalışır, didinir, tezler öne sürer, onları ispatlar, yanıldığı zaman bunu hiç komplekse kapılmadan duyurur; bilimin bu dinamik, bu samimî, bu araştırmacı, bu akılcı, bu sürekli hareket halinde olan yapısı tek kelimeyle muhteşemdir.
Andre Obey, William Ryan ve Walter Pitman’ın bu tezlerini okumuş olsaydı acaba oyununda bir şeyleri değiştirir miydi? Belki oyunun başında “Seyrek bir orman…” diye başlamak yerine “Karadeniz havzasında seyrek bir orman…” diye başlayacaktı. Belki de bu oyunu yazmak için gerekli hayal gücü bu tez nedeniyle işlemeyecekti. Bunları bilmek zor. Fakat şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz ki edebiyatta “Licentia Vatum” denilen bir olay vardır. İngilizce’de bu “Poetic Licence” ya da “Artistic Licence” diye geçer. Bunu Türkçe’de “Şairsel özgürlük” şeklinde söyleyebiliriz. Yani şair şiirini yazarken kendisini gerçeklerden, birtakım kurallardan sıyırabilir; o, dünyayı olduğu gibi değil kendi gözleriyle, kendi görmek istediği biçimiyle görür. Zaten sanatın güzelliği buradadır; sanatın büyüsü de bu özgürlükte yatar.
Başlıkta sorduğum soruyu yineleyeyim: Sahnede Nuh’un Tufanı nasıl kopar? Bu sorunun yanıtı şudur: Sahnede, sanatta, edebiyatta Nuh’un Tufanı yazar olayı nasıl algılıyorsa, onu nasıl duyumsuyorsa öyle kopar!..
Mehmet Murat ildan
Yorum bırakın