Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Posts Tagged ‘Tiyatro Sanatı’

Türk tiyatrosunun çok büyük sorunları olduğu tartışılmaz bir gerçek. Ben de bu sorunlar içinde önemli bir tanesinden bahsetmek istiyorum. Önce sorunun adını koyalım: Türk oyun yazarlarının eserlerini basacak yayınevlerinin neredeyse yok denecek kadar az olması! Bu sorun aslında gelecek kuşaklara basılı metinler bırakma açısından tam bir trajedidir.
Tiyatro diyince elbette görsellik aklımıza geliyor. Ancak bir oyunu seyretmekle okumak arasında çok büyük farklar var. Hamlet’i sahnede seyredebilirsiniz. Burada öne çıkan şey görselliktir. Hamlet’teki zeki fikirler, yaman düşünceler sudaki köpükler gibi bir görünüp bir yok olurlar sahnede, kalıcı olmazlar, olamazlar. İnsan ancak bir odanın sessizliğinde, kendi başına Hamlet’i okurken oradaki düşünce zenginliğini algılayabilir, cümleler üzerinde rahatça düşünebilir. Kısacası, bir tiyatro eserinin basılı olması çok önemli ve çok gereklidir.
Şu anda Türkiye’de Türk oyun yazarlarının eserlerini basan iki yayınevi var dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız: 1- Mitosboyut Yayınevi, 2- Kültür Bakanlığı. Bildiğim kadarıyla mevcut iktidardan sonra yaklaşık 17 aydır Kültür Bakanlığı kitap basımı yapmamıştır. O halde 70 milyonluk Türkiye’de geriye sadece Mitosboyut yayınevi kalmaktadır. Bu yayınevi de zaman zaman mali güçlükler yaşamakta ve tabii her sene kendi çizgisine uygun düşen 5-10 kitap basmaktadır. Ne Can Yayınevi, ne İş Bankası Yayınevi, ne Remzi Yayınevi ve ne de başka bir yayınevi… Bu yayınevleri bazen tek tek basımlar yapmaktadırlar ama sistematik bir basım yoktur.
Yukarda yazdıklarım şu anlama gelmektedir: Türkiye’de bir tiyatro oyununu basılı hale getirme olasılığı oldukça düşüktür. Bu sorunun mutlaka çözülmesi gerekiyor. Dünya edebiyatının en önemli ve en güçlü eserlerinin önemli bir bölümü tiyatro dalında verilmiştir (Hamlet, Martı, Cyrano de Bergerac, Cimri, Romeo ve Juliet, Dr. Faustus, Godot’yu Beklerken gibi.) Bu eserleri sadece sahnede izlemiş olsaydık bizde şu anda bıraktıkları o müthiş izlenimler asla olmayacaktı. Onlar hayatımıza önemli katkılar yaptılar, çünkü bu eserler basıldı ve okundular. Sahnede her şey hızla kayıp gider, düşüncelerin özü ancak bir kitabın üzerinde yakalanabilir.
Türkiye’de eğer özel sektör, “Ben tiyatro oyunu basmak istemiyorum, çünkü satmıyor,” diyorsa, o halde iş devlete düşmektedir. Devlet, sanatı desteklemek zorundadır… Her şey piyasaya bırakılamaz. Çözüm olarak devlet (Eğer kendisi doğrudan basmayacaksa) o zaman örneğin 10 tane özel yayınevi saptayabilir ve bunlara tiyatro kitapları basması için mali destek verebilir. Elbette, edebiyatın öteki dallarında olduğu gibi tiyatro dalında da basılacak olan eserlere üst düzey kriterler uygulanmalı ve hiçbir fikir taşımayan, kuru gürültüden, laf kalabalığından ibaret oyunlar da basılmamalıdır.
Sonuç olarak sanat sadece piyasaya bırakılamayacak kadar önemli bir unsurdur.

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

Yazıma, Batı dünyasında tiyatroya verilen önemin uç örneklerinden birini vererek başlamak istiyorum. Rönesans İngiltere’sinde, 1512 yılında tiyatro o kadar önem kazanmıştı ki, üniversiteden mezun olabilmek için her öğrencinin bir komedi yazması şart koşulmuştu.
Cambridge ve Oxford üniversitelerinde Latince ve Yunanca oyunlar oynamak öğretimin bir parçasıydı. Örneğin, 1546 yılında Cambridge Üniversitesi’ndeki Queen’s College’da öğrenciler her yıl Yunanca 2 komedi veyahut 2 trajedi oynamak zorundaydılar. Yine aynı üniversitedeki Trinity College birkaç yıl sonra bu bir yılda oynanması gereken oyun sayısını beşe çıkarmıştır!.. Londra Sarayına bağlı hukuk stajyerleri de tiyatro oynamak zorundaydılar. Kraliçe Elizabeth öğrenciler tarafından oynanan bu oyunları görmek için kimi zaman üniversitelere, okullara giderdi…
Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi bir ülkede tiyatroya verilen önemin derecesi o ülkeyi yönetenler ya da o ülkedeki kurumlar tarafından istenilen düzeyde belirlenebilir, istenildiği gibi ayarlanabilir bir durumdur. Bir ülkenin gerçeklikleri o ülkede yaşayanlar tarafından yaratılır. Gelecek, bir hamurdan başka bir şey değildir; bizler ona şeklini “Bugün” veririz, bugün ne ekmişsek yarın onu biçeriz. Televoleci bir toplum ekersek, televoleci kayıp kuşaklar toplumu biçeriz; sanata ve bilime yönelmiş bir toplum ekersek, sanatın ve bilimin ışıldadığı bir ülke biçeriz.
Bir zamanlar, TRT tek televizyon kuruluşu iken, saat 22.00 gibi erken sayılabilecek bir saatte BBC Shakespeare dizilerinden Hamlet, Kral Lear, Romeo Juliet ve ötekiler yayınlanırdı. Düşününüz ki Türkiye’de tek bir kanal var ve saat 22.00da Hamlet oynuyor!.. Türkiye’de tiyatronun ve öteki sanat dallarının gelişip büyük atılımlar yapması için son derece bilinçli politikalar uygulanmalıdır, şimdiki gibi bir anlamda kaderine, piyasa güçlerinin keyfine terk edilmiş bir konumda bırakılmamalıdır. Toplum mühendisliği çalışması yapılarak bütün bir toplum sanata, kültüre, bilgiye önem verir hale getirilmelidir.
Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde olan Türkiye, bölgesinde ve dünyada sadece ekonomik ve askerî alanda barışçıl bir güç olarak değil, aynı zamanda sanat alanında da önemli bir güç olarak yer almalıdır. Neden diye soracak olursak, Beverly Sills buna en güzel cevabı şu sözlerle vermektedir: “Sanat, uygarlığın imzasıdır.” Gerçek manada uygar olabilmek için, Türkiye Cumhuriyeti sanat alanında bir güç olmak zorundadır. Bunun yolu şimdiki yol değildir! Çünkü ortada bir yol yoktur, sanatın gelişmesi için “Zekice” düşünülmüş ve “Kararlıca” uygulanan bir politika yoktur.
Batıyla Türkiye arasındaki en önemli fark, Türkiye’de sorunların genellikle kendi hallerine bırakılmaları, olursa olur, olmazsa olmaz mantığıyla hareket edilmesidir. Batı, gerçekliği kendi bilinçli politikalarıyla yaratır. Bugün ülkemizde ne kendilerine ve ne de topluma hiçbir yarar sağlamaksızın saatlerce kahvehanelerde zaman öldüren insanlar gerçeğini biz yarattık. Bunu yine ancak biz ortadan kaldırabiliriz. Her şey bizim elimizdedir.
Bugün ülkede çok az sayıda oyun yazarı varsa bunu biz yarattık! Dramatik yazarlık bölümleri açmakla bu iş olmaz. Belirli yetenekleri olan kişiler saptanıp bu kişiler ciddi manada desteklenmelidir. Her sene çok sayıda oyun yazma yarışmaları düzenlenmelidir; özel yayınevlerine tiyatro oyunları da basmaları için devlet doğrudan mali yardımda bulunmalı ve devlet bizzat kendisi de nitelikli oyunlar basmalıdır. Sanat, desteklenmek durumundadır!.. İngiltere’de 16. Yüzyılda Kraliyet desteği olmasaydı tiyatronun o dönemde yaşamını sürdürebilmesi için çok az bir şansı olacaktı.
Dost Kitabevi yayınları arasında yayınlanan Oscar Gross Brockett’in Tiyatro Tarihi adlı 700 sayfalık kitabında Türk Tiyatrosu yer almaz; birkaç yerde gölge tiyatrosundan kısaca bahsedilmiştir sanırım. Bunu Brockett’in ayıbı olarak görenler olabilir, fakat bu, var olan gerçeği değiştirmez. Benim kişisel görüşüm şudur: Türk Tiyatrosu geçmişte büyük oyunlar yaratmamıştır. Büyük oyun nedir? Bir Hamlet büyük oyundur; bir Cyrano de Bergerac büyük oyundur, bir Antigone, bir Cimri, bir Martı, bir Sakuntala, bunlar büyük oyunlardır. Türk Tiyatrosunun temel sorunu budur.
Unutmayalım ki, büyük oyunların, güçlü piyeslerin var olmadığı yerde gerçek bir tiyatro da yok demektir; çünkü gerçek tiyatro oyunculardan, yönetmenlerden, dekordan, tiyatro yapısından kesinlikle çok daha fazla bir şey. İlk modern tiyatro yapısını yapan kimlerdir? İtalyanlar kurmuşlardır ilk yapıları, ilk sahne düzenleyicileri de İtalyanlardır; ancak Rönesans İtalya’sında Dante, Petrarch, Boccacio, Leonardo da Vinci, Michelangelo gibi büyük şairlerin, öykücülerin, ressamların yanında isimlerini anabileceğimiz büyük oyun yazarları yoktur.
O halde tiyatroda büyük oyunların yaratılmasına, büyük yazarların çıkmasına yönelik her türlü teşvik edici politikalar ciddiyetle uygulanmalı, hiçbir fedakârlıktan kaçınılmamalıdır. Bir İngiliz, bir Fransız, bir Rus tiyatrosu gibi büyük tiyatro olmak için büyük oyunlar olmazsa olmaz bir koşul!.. Bir ülkede 10 bin tane, 100 bin tane sıradan oyun yazılmışsa bu ne işe yarar? Bu, hiçbir şekilde o ülkenin tiyatrosunu büyük tiyatro yapmaz!..

Türk tiyatrosunun sorunu öyle sanıldığı gibi Ulusal nitelikli, Türk insanını anlatan oyunların azlığı değildir, sadece 150 yıl kadarlık kısa bir tiyatro geçmişimizin olması falan da değildir; sorun, büyük oyun yaratma sorunudur, yetenek ve güçlü kalem azlığı sorunudur, az sayıdaki yeteneklerin de hiçbir şekilde desteklenmemesi ve daha da vahimi engellenmesi, küstürülmesi sorunudur. Dün çözülememiş ve önemi kavranamamış bu büyük oyun yaratma meselesi, bugün çözülecek ve yarın Türk tiyatrosu bugün olduğu yerden çok daha yukarılarda olacaktır!.. Dünya, bizim de büyük oyunlar yarattığımızı görecek ve bizi takdir edecektir.

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

Dünya klâsiklerinin bakanlık yayınları arasında Türkçe’ye çevrilerek yayımlanmasında yazar, eğitimci ve siyaset adamı Hasan Âli Yücel’in emeği çok büyüktür. 1940’lı yılların başından itibaren kuvvetli bir fırtına gibi esen bu çeviri hareketi sonucu özellikle tiyatro alanında pek çok büyük eser Türkçe’ye kazandırılmıştır.

23 Haziran 1941 yılında, yani 64 yıl önce bakın Hasan Âli Yücel bu konuda ne yazmış: “Bir milletin, diğer milletler edebiyatını kendi dilinde, daha doğrusu kendi idrakinde tekrar etmesi; zekâ ve anlama kudretini o eserler nispetinde artırması, canlandırması ve yeniden yaratmasıdır. İşte tercüme faaliyetini biz bu bakımdan ehemmiyetli ve medeniyet davamız için müessir bellemekteyiz.”

İşte bu değerli çeviriler yapıldı ve basıldı. İlk iki buçuk yılda 109 eser çevrilmiştir. Bu önemli bir başarıydı. Peki daha sonra ne oldu? Bu eserler günümüzde yeniden neden basılmadılar? 50-60 yıl önce Türk okurunun, Türk yazarlarının örneğin A. De Musset’nin “Şamdancı” isimli eserine ya da Goethe’nin “Egmont” isimli oyununa ihtiyaçları vardı da şimdi yok mudur?

Olayı somutlaştırma bağlamında bazı örnekler vereceğim: Bugün istediğiniz kitapçıya gidin, İbsen’in “Brand” isimli tiyatro eserini bulamazsınız. Bu kitap 1945 yılında Milli Eğitim Bakanlığınca basılmıştır. Victor Hugo’nun “Ruy Blas” eserini de bulamazsınız; Strindberg’in “Olaf Hocası”nı; Marivaux’un “Sahte Sırdaşları”nı; Alphonse Daudet’in “Şehirli Kızı”ını; Moliére’in “Don Garcie de Navarre eserlerini de bulamazsınız. Bu listeyi yüzlerce artırabiliriz. Sanırım İş Bankası bu konuda bir girişimler yapmaktadır ve bunu takdir ediyorum ve umarım böyle oyunları yeniden basarlar.

Milli Eğitim Bakanlığı o zamanlar Modern Tiyatro Dizisi (Ya da Maarif Vekaleti Devlet Konservatuvarı Neşriyatı) adı altında 100’den fazla oyun da yayınlamıştı. İlk oyun 1958’de Sabahattin Eyuboğlu çevirisi olan Maeterlick’in “Evin İçi” oyunuydu… Bu diziden Somerset Maugham’ın “Yüksek Sosyete;” Andre Roussin’in “Karı Koca ve Ölüm;” Marcel Pagnol’un “Topaze” isimli eserleri ve daha onlarca eseri de bugün Dost, Remzi, İmge gibi büyük kitapevlerinde dahi bulma imkânı yoktur. Bunlar ancak sahaflarda bulunabiliyor artık. Üstelik her sahafta da bulamazsınız. Mesela Galsworthy’nin Sadakat Bağlarını Ankara’da arasanız da bulamazsınız, bu oyunu ve daha pek çok önemli oyunu bulmak tesadüflere kalmıştır.

Bu durum ne anlama geliyor? Bu durum günümüz Türk okuyucusunun ve Türk yazarlarının bazı büyük eserlere pratik olarak erişemeyeceği anlamına geliyor. Sadece raflarda bulunanlarla yetinme seçeneği bırakılmıştır insanlara. Bu kitaplar pek çok kütüphanede de bulunmuyor. Ayrıca bir kitabın kişinin evinde, elinin altında olmasıyla kütüphanede olması arasında çok büyük fark var. Kitaplar, bu işe gönül vermiş olanların ellerinin altında bulunmalıdır.

Sorunun çözümü için ne yapılmalıdır? Sorunun çözümü Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu klâsik tiyatro eserlerini yeniden basmasından geçiyor, günümüz Türkçe’siyle sadeleştirerek elbette. 63 yıl önce o zor koşullarda yapılan işi Türkiye Cumhuriyeti şimdi, 21. Yüzyılda yapamayacak durumda mıdır? Esasen sorun “Tercihlerdir!” Bugün devlet, tercihini bu büyük eserlerin yeniden basılmasından yana ortaya koyarsa bu eserler muhakkak ki yeniden basılır; malî kaynak elbette mevcut, eksik olan iradedir!..

“Toprak Arabacık” (Mriççhakatika) isimli bir Hint dramı Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1946 yılında basılmış. Bu kitap bugün piyasada yoktur. Her şeyin de okunması gerekmez denebilir elbette. Ancak mesele her şeyin okunması değildir, mesele her şeyin piyasada mevcut olmasıdır, kolayca erişilebilirliktir! Bu kitapları piyasada bulamazsanız eğer, ansiklopedilerin içinde sadece isimlerini gördüğümüz, bizden binlerce kilometre uzakta yaratılmış eserlere dönerler ve pratik anlamda bizim için hiçbir şey ifade etmezler.

En uygun çözüm, tiyatro klâsiklerinin devlet tarafından yeniden basılmalarıdır; devletin doğrudan mali yardımlarıyla özel yayınevlerince de basılabilirler elbette. 1 yıl içinde 200 tiyatro klâsiği yeniden, günümüz Türkçe’siyle rahatlıkla basılabilir. Neden basılmıyor dersek, nedeni, vizyon eksikliği, hatalı tercihler, kültür ve sanatın önemini kavrayacak entelektüel birikime sahip Hasan Âli Yücel gibi değerli yöneticilerin neredeyse yok denecek kadar az olması ve bu kişilerin de etkin konumlarda bulunmaması diyebiliriz. Ancak yine de umudumuzu yitirmeyelim: Nil desperandum!..

1940’lı yıllardaki heyecanın yeniden hissedilmesi, medeniyet davasına olan kuvvetli bir sahipleniş dileklerim ve saygılarımla…

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

Bilkent Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı Profesörü olan Bülent Bozkurt’un hazırlamış olduğu “Shakespeare Çevirileri Bibliyografyası”nı inceleyenler için çeviri tarihleri gerçekten ilginçtir.

Othello ilk kez 1877 yılında Hasan Bedreddin, Mehmet Rifat tarafından Jean François Ducis’in Fransızca çevirisi kullanılarak çevrilmiştir. Shakespeare Othello’yu 1604 yıllarında yazmıştı. Demek oluyor ki üstadın bu ünlü oyunu yazmasından 273 yıl sonra ülkemizde bunun çevirisi yayınlanmış!..

Venedik Taciri için şu bilgi yer almaktadır: Bu oyun H.Y. tarafından 1885 yılında çevrilmiştir. Basıldığı yer olarak İstanbul’da Matbaa Abuziyâ-Der Galata görünüyor. Yazarın ismi de şöyle geçiyor: İngiliz meşahir erbab kaleminden Şekispir! Üstat bu oyunu 1596 yıllarında yazmıştı. Demek oluyor ki Shakespeare’in bu oyunu yazmasından 289 yıl sonra ülkemizde çevirisi yayınlanmış!..

Veronalı İki Centilmen, Verona’nın İki Asılzadeleri başlığıyla 1886 yılında II. Meşrutiyet yıllarında ada kaymakamlığı yapmış olan Mihran Boyacıyan tarafından çevrilip İstanbul’da Civelekyan Matbaasında basılmış. Ermeni Boyacıyan aynı yıl Romeo ve Juliyet’i de çevirmiş.

Hamlet çevirisi ise daha ilginç. İlk kez Abdullah Cevdet tarafından 1908 yılında çevrilmiş Hamlet. Mısır’da Matbaa-i İçtihad yayınlamış bunu. Üstat Shakespeare Hamlet’i 1600 yıllarında yazmıştı. Yani onun bu ünlü eseri yazışından 308 yıl sonra çevirisi bizim dünyamıza ulaşmış!! Bu örnekleri çoğaltabiliriz.

Shakespeare’in eserleri 1623 yılında (“Perikles” ve “İki Soylu Akraba” hariç) topluca basılmıştır ve İngiltere’de 1 sterline satılmıştır. Bu tarihi baz olarak alırsak ve bizdeki ilk Shakespeare çevirisini de 1877 yılı olarak saptarsak, Shakespeare çevirileri iki yüz elli yıldan fazla gecikmiş demektir!.. Niye gecikmiş dersek, Osmanlı İmparatorluğu’nun dünyayı umursamazlığında, kendisini dünyanın merkezi gibi görmesinde ve öteki kültürlere karşı ilgisizliğinde, dinsel tutuculukta, vesaire gibi sebeplerde bunları bulabiliriz, ancak bu yazıya bunların incelemesini sığdırmak mümkün değildir. O halde çok büyük bir gecikme olduğu saptamasını yapmakla yetinelim burada, çeyrek milenyumluk bir gecikme!..

İlk Shakespeare çevirileri yapılmaya başlandığı zamanlarda da yine maalesef Shakespeare’in sistemli ve toplu bir çevirisi yapılmamış, parça parça, kişisel çabalarla, değişik yayınevlerinin uğraşlarıyla, Shakespeare’in değişik oyunları değişik çevirmenler tarafından değişik zamanlarda çevrilmişlerdir. Oysa böyle sıra dışı büyük yazarlar için toplu, düzenli, sistematik çeviriler yapılması gerekliydi.

Tanzimat zamanlarını bir tarafa bırakalım, günümüzde dahi bu çeviriler yeni tamamlanmıştır!  Shakespeare’in “Aşkın Çabası Boşuna” oyunu daha üç yıl önce Ali Neyzi tarafından çevrildi ve Mitos Boyut tarafından basıldı. “V. Henry” de 3 yıl önce yayınlandı. Keza “Kral John” daha iki yıl önce yine aynı yazar tarafından çevrildi ve basıldı!.. İki Soylu Akraba’nın basım yılı ise çok yenidir; Özdemir Nutku tarafından çevirisi yapılmıştır!… Yani Shakespeare’in bütün oyunlarının çevirisi yeni tamamlanmıştır!..

Gerek sanat ve gerekse de öteki alanlarda dünyayı geriden takip etmenin her zaman büyük bir maliyeti olur. Shakespeare edebiyat dünyasında eşsiz bir ustadır, üst düzey yazış tarzıyla en büyük kalemdir. Onun yerini doldurmak gerçekten güçtür! Böyle bir yazarın eserleri yüzlerce yıllık gecikmelerle bizim yaşamımıza, yazınımıza girmiştir. Büyük yazarların büyük öğretmenler olduklarını asla unutmayalım. Büyük öğretmenlerin sınıfına erken girmek, onlardan daha erken yararlanmak, insanın, toplumun kendisini erken geliştirmesi anlamına gelir. Bir Alman, bir Fransız, bir İspanyol bu sınıfa bizden çok daha erken girmiş, Shakespeare’in okulundan daha erken yararlanmıştır.

Kişi ancak böyle büyük okullarda yetişirse daha farklı ve yeni büyüklüklere ulaşabilir. Çeviriler, yazın hayatında hayati bir önem taşımaktadırlar!..

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

1953 yılında, yani yarım yüzyıl kadar önce, “Milli Eğitim Vekaleti Modern Tiyatro Eserleri Serisi”nde “Nuh” isimli bir oyun yayınlandı. Nuh’un (Noé)  çevirisi Mübeccel Bayramveli tarafından yapılmış. Nuh’un yazarı André Obey’dir. Obey 30 yıl önce hayattaydı, 1975 yılında 83 yaşında aramızdan ayrıldı. Nuh isimli oyunu ilk kez 1930 yılında “Compagnie des Quinze” tarafından “Vieux Colombier” tiyatrosunda oynanmıştır.

Kutsal kitaplardaki tufan hikâyesinin/efsanesinin konusu herkesin bildiği üzere kısaca şöyledir: Tanrı, günahkâr insanları cezalandırmak için yeryüzünü sularla doldurur, sadece Nuh ailesiyle her cinsten bir çift hayvanı kurtarmaya karar verir. Nuh bizzat kendisi bir gemi inşa eder ve günlerce denizlerde dolaştıktan sonra karaya çıkar; böylece insanların ve öteki canlıların türemesi sağlanır.

Obey’in oyununda Nuh daha ilk sayfada Tanrı’yla bir arkadaş, bir dost gibi konuşmaya başlar. Burada insanı ferahlatan bir tarz vardır. Başlarda bir yerde “Gemiye dümen yapayım mı?” diye Tanrı’ya sorar, Tanrı’nın dümen kelimesini anlamadığını düşününce Dümen kelimesini Davut’un D’si, Üzüm’ün Ü’sü gibi açıklamaya başlar. Bu oyunun en güzel yanı korkulması, yere kapanılması istenen bir doğaüstü güçle yapılan bu teklifsiz, bu içlidışlı, bu kardeşçe, bu senlibenli, bu sevimli konuşmalardır.

Obey’in bu oyununu okurken jeofizikçiler William Ryan ve Walter Pitman tarafından kaleme alınmış “Nuh Tufanı” isimli kitap aklıma geldi. Bu iki bilim adamı Kolombiya Üniversitesi Lamont Doherty Yer Gözlemevi’nde çalışıyorlar. Kitaplarındaki tezden kısaca bahsedeyim: Bu teoriye göre Karadeniz bir zamanlar bir göldü; bu gölün çevresinde çiftçilikte gelişmiş topluluklar yaşıyorlardı. Karadeniz şimdiki seviyesinin 150 metre aşağısındaydı. Akdeniz de bir zamanlar çöldü. 5 milyon yıl kadar önce Atlas okyanusu Cebelitarık Boğazı (İspanya) üzerinden taştı ve Akdeniz havzasını doldurdu. Yükselen denizler 7600 yıl önce de Boğaziçi Vadisi’nden taştı, Ege Denizi Karadeniz havzasına aktı. Deniz suları Niagara Çavlanından 400 kat daha büyük bir güçle Boğaziçi’nden çağlayarak taşmıştı. Karadeniz taşkınından Mezopotamya’ya kaçan insanlar ve onların soyundan gelenler öyküler yarattılar. Bunlar da Sümerlerin Gılgamış Destanı’nda anlatılan büyük tufan öyküsüne esin kaynağı oldu. Gılgamış Destanı Tevrat’tan bile önce yazılmıştır ve İncil’deki tufan öyküsü de Gılgamış destanındakinin neredeyse aynısıdır; tez kısaca budur.

Gördüğümüz gibi bilim, gerçeğin ne olduğunu bilmek için hiç durmadan, hiç üşenmeden zevkle ve hevesle çalışır, didinir, tezler öne sürer, onları ispatlar, yanıldığı zaman bunu hiç komplekse kapılmadan duyurur; bilimin bu dinamik, bu samimî, bu araştırmacı, bu akılcı, bu sürekli hareket halinde olan yapısı tek kelimeyle muhteşemdir.

Andre Obey, William Ryan ve Walter Pitman’ın bu tezlerini okumuş olsaydı acaba oyununda bir şeyleri değiştirir miydi? Belki oyunun başında “Seyrek bir orman…” diye başlamak yerine “Karadeniz havzasında seyrek bir orman…” diye başlayacaktı. Belki de bu oyunu yazmak için gerekli hayal gücü bu tez nedeniyle işlemeyecekti. Bunları bilmek zor. Fakat şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz ki edebiyatta “Licentia Vatum” denilen bir olay vardır. İngilizce’de bu “Poetic Licence” ya da “Artistic Licence” diye geçer. Bunu Türkçe’de “Şairsel özgürlük” şeklinde söyleyebiliriz. Yani şair şiirini yazarken kendisini gerçeklerden, birtakım kurallardan sıyırabilir; o, dünyayı olduğu gibi değil kendi gözleriyle, kendi görmek istediği biçimiyle görür. Zaten sanatın güzelliği buradadır; sanatın büyüsü de bu özgürlükte yatar.

Başlıkta sorduğum soruyu yineleyeyim: Sahnede Nuh’un Tufanı nasıl kopar? Bu sorunun yanıtı şudur: Sahnede, sanatta, edebiyatta Nuh’un Tufanı yazar olayı nasıl algılıyorsa, onu nasıl duyumsuyorsa öyle kopar!..

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

“Soytarılar Şenliği” ya da “Soytarılar Bayramı” kilisenin içinde doğup gelişmiş bir şenliktir. Aralık ayında yapılırdı bu şenlik. Kilisenin alt basamaklarındaki papazların basit bir eğlencesi olarak başlamıştır. On ikinci yüzyıla gelindiğinde tiyatro kiliseye iyice yerleşmişti. Kilisedeki oyunların çoğu ciddi ve tapınma ile ilgiliydi. Ancak daha sonra Noel üzerine yazılan bazı oyunlara soytarılık girmiştir. Genç papazlar kasabanın en aptal kişisini “Soytarılar Kralı” yerine “Soytarılar Piskoposu” seçiyorlardı. Daha da cüretkâr davranıp “Soytarılar Papası” dedikleri de olurdu. Genç papazlar kilisedeki yaşlı papazların düzenli ve katı kurallı kilise yaşamını alaya alırlardı.

Bu oyunlar eski pagan şenliklerini anımsatır. Soytarılar Şöleni şenliklerinde eğlendiriciler kilise çanlarını uygunsuz çalar, kilise içinde açık seçik şarkılar söyler, ahlak kurallarına uymayan danslar ederlerdi; sunağın önünde zar atarlar, kâğıt oynarlardı. Acayip kostümler ve maskeler kullanıp, sosisleri ve eski ayakkabıları buhurluk olarak kullanıp soytarılık yaparlardı.

Soytarı Şöleni’ni Soytarı Piskopos gözetir ve şenlik süresince kilise yetkeliğini üstlenirdi. Bu şenlikler komedyanın gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Şenliklerde dinsel törenleri alaya alan, gülünçleştiren gösteriler düzenlenirdi. Soytarılar Şenliği oyunlarında bir eşek olurdu. Törenin sonunda papaz halka dönüp “İte, Missa est” yani “Ayin bitmiştir, gidin!” demek yerine anırmaktadır; halk da buna karşılık “Deo Gratias” yani “Tanrı’ya teşekkür” yerine üç kez “Hi-aa-hi-aa-hi-aa” diye bağırmaktadır!..

Bu oyunlar on altıncı yüzyıla kadar devam etmiştir. Kilise ileri gelenleri pek çok kez bunlara son vermeye çalışmışlar ancak başarılı olamamışlardır, çünkü hem halk ve hem de genç papazlar Soytarılar Bayramı’nı çok seviyorlardı. Kilise içindeki eşekli şenlikler, oyunlar Reformasyon’a dek sürmüştür.

Bu anlattığım konu bize sanatın toplumun en hassas konularına da el atıp eleştirel/komik/düşündürücü bir tavır takınmasının güzel örneklerinden biridir. Sanata sınır konulmamalıdır. Sanat burnunu her konuya, tabulara, geleneklere, dinsel alanlara sokmalıdır. Hayatı korkunç bir ciddiyet ve katı kurallar hapishanesine dönüştürmeye karşı sanat önemli bir karşı-güçtür.

Sanat sınırları sevmez; bir çemberin içine hapsedilmeye karşı isyan eder ve o çemberin dışına her türlü riski de göze alarak çıkar; çünkü bu onun doğasıdır!.. Sanatın bu doğasına saygı duyulmalı, hoşgörü gösterilmeli ve onun bu paha biçilmez özelliği takdir edilmelidir…

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

Sergey Mihayloviç Tretyakov kimdir? Bu soruya ilk bakışta tuhaf görünen bir yanıt vereceğim. Sergey Mihayloviç Tretyakov kimdir bilmiyorum! Daha doğrusu onunla ilgili elimde sadece “Biyografik bilgiler” var. Bahsettiğim isim 1892 Riga doğumlu bir Rus oyun yazarıdır. Ama onun hiçbir eserini okumadım, çünkü Rusça bilmiyorum. Oyunları İngilizce’ye ya da Fransızca’ya çevrilmiştir herhalde, ama o kitaplar da elimde yok. Tretyakov’un ne Çin halkının İngiliz-Amerikan emperyalizmine karşı mücadelesini anlatan “Kitay!” (Kükre Çin!) isimli oyununu, ne Alman fabrika işçilerinin başkaldırısını anlatan “Protivogazy” (Gaz Maskeleri) isimli oyununu ve ne de öteki oyunlarını,  “Slişiş Moskva?” (Moskova’yı mı Dinliyorsunuz?) vs. okudum. Kısacası onu bilmiyorum!..

Bir yazarı “Bilmek” demek onun eserlerini okumuş olmak demektir! Onun yaşamıyla ilgili bilgiler bulabilirsiniz ama bunlar “Maddi” bilgilerdir, onun ruhuyla, onun özüyle ilgili gerçek manada bilgi vermezler size. Yazarın ruhu eserlerinin içindedir. Danimarka Kralının oğlu Hamlet, Shakespeare’in ruhundan bir parçadır; Romeo, Shakespeare’in ruhundan bir parçadır; Treplev Gavriloviç, Çehov’un ruhundan bir parçadır; Cyrano, Edmond Rostand’ın ruhundan bir parçadır; Boris Godunov, Puşkin’in ruhundan bir parçadır.

Bir yazarı “Bilmek” demek onun eserlerini okumuş olmak, metin üzerinde düşünmüş olmak demektir! O yüzden de herhangi bir esere “Erişilebilirlik” çok önemlidir. Gecenin bir vakti ya da bir gün Bertolt Brecht’in iyi bir dostu olan Sergey Mihayloviç Tretyakov’u bilmek, onu tanımak istersek bizi ona götürecek bir kitap ya da kitaplar bildiğim kadarıyla erişebileceğimiz bir yerde yok! (MEB Rus Klasikleri içinde de yer almıyor sanırım.) Bu gerçekten üzüntü verici bir şey!..

Eğer bir sanatçıyı “Arı” olarak düşünürsek, bu sanatçı bal yapmak istediğinde çiçeklere ihtiyaç duyar. Önünde yüzlerce çiçek olursa “Arı” çok mutlu olur, bunlardan herhangi birisine gidip konar ve oradan bir miktar nektar alır. (Bir şey almadan bir şey yapılamaz zaten. Vermek için önce almak gerekir, taşmak için önce dolu olmak gerekir; boş bardak taşmaz, onu devirseniz bile taşmaz, çünkü taşacak bir şey yoktur.) Elbette arının her çiçeğe konması beklenemez. Bu tamamen gereksizdir, zaman kaybıdır. Bu zaten mümkün de değildir. Bunu yapmaya arının ömrü yetmez! Yaşam kısadır. Faydalanılacak çiçek seçilmelidir. Yaşamda noktasal atışlar yapmak en doğru stratejidir.

Seçmek esasen yaşamın en önemli kapılarından biridir. İyiyi de seçebilirsiniz kötüyü de, doğruyu da seçebilirsiniz yanlışı da. Seçmek size kalmış. Seçtiğiniz şeye göre ödül ve ceza vardır. Kötüyü seçerseniz ceza, iyiyi seçerseniz ödül. Tiyatro okurken de, ki roman ve öteki edebi türler için de geçerlidir bu, elbette nektarı bol çiçek tercih edilmelidir. Schiller okursanız nektar garantidir; Goldoni okursanız nektar garantidir; Lessing okursanız nektar garantidir; Somerset Maugham okursanız nektar garantidir; Galsworthy okursanız nektar garantidir, vs…

Ama bir de elinizin altında olmayan metinler vardır. Sergey Mihayloviç Tretyakov’un metinleri gibi. Belki orada ihtiyaç duyduğunuz önemli bir nektar, ateşinizi yakacak bir kıvılcım, kontağınızı çevirecek bir anahtar olabilir. Kitabı elinize alıp şöyle bir fır fır yapmanız, hızlı bir inceleme yapmanız gerekir. Ama nasıl yapacaksınız? Metin sizden uzakta! 1940’lı yıllardaki çeviri fırtınası işte bu nedenle çok önemliydi. O değerli hareket, bilmediğimiz, çoğunlukla sadece adlarını duyduğumuz çiçekleri uzaklardan alıp evimize, bahçemize getirme hareketiydi!..

1940’larda başlayan klâsiklerin çeviri fırtınası devam etseydi bugün bahçemizde çok daha fazla çiçek olacaktı. Ama dikkat edin, sevgili dostlar, nerede doğru ve iyi bir hareket başlarsa orada hemen onun karşıtı “Yanlış,” “Aptalca” bir hareket de başlar. Güzel kaysının içine muhakkak ki kurtlar üşüşür!… Doğru gidişatı tersine çevirecek, en azından bunun için çabalayacak en az bir “Aptal” mutlaka çıkar! Bu durum nerdeyse bir yasadır!..

Dikkat edin, iyi olan, güzel olan her şeyin yanında kapkaranlık bir gölgenin aniden büyümeye başladığını görürüsünüz; bir mum yakın, birisinin gelip ona üflemeye başladığını görürsünüz. Bu neredeyse bir yasadır! Kişi bunları anlarsa bunlar olduğunda hiç şaşırmaz. Devrim yapın, karşı-devrim hemen yoldadır! Devrimle bir yanlışı ortadan kaldırın, karşı-devrim hemen o yanlışı tekrar oraya koymak için harekete geçer… Bu bütün dünyada böyledir!.. Bu bir yasadır!..

Tekrar başlığa dönelim. Sergey Mihayloviç Tretyakov kimdir? Gerçekten bilmiyorum! Bir yazarı “Bilmek” demek onun eserlerini okumuş olmak, metin üzerinde düşünmüş olmak demektir!.. Bu yazıyı, metinlere erişilebilirliğin “Büyük” önemini vurgulamak için yazdım; elinde bu gidişatı değiştirme yetkisi ve gücü olan birleri okursa eğer bu yazıyı, bu konuda bir çaba göstermesini umarım…

Son bir biyografik bilgi: Sergey Mihayloviç Tretyakov bir çalışma kampında kurşunlanarak 1939 yılında öldü….

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

Friedrich von Schiller! Klâsik Alman Edebiyatı’nın gerçekten çok önemli bir ismi! Romantik Alman tiyatrosunun, idealist hümanizmin ve mutlakçı yönetime karşı özgürlük hareketinin önderlerinden biri!..

Schiller’ın Milli Eğitim Bakanlığının 1951 yılında yayınladığı ve soyluların ahlak anlayışını eleştiren, sınıf mücadelesi üzerine kurulmuş “Kabale und Liebe” (Hile ve Sevgi) isimli oyununu ilk kez okuduğum zaman oyunu bitirip tekrar geriye dönmüş, kitabın sayfalarını film şeridi gibi, ya da iskambil kâğıtlarını deste halinde esneterek fır fır yapar gibi hızla gözden geçirmiş ve pek çok cümlenin altını çizdiğimi fark etmiştim. Bir eserde altını çizdiğiniz cümlelerin çok oluşu o eserin yüksek gücünü göstermek bakımından önemli bir ölçüttür! Schiller demek “Güç” demektir; edebiyatın gücünü, düşüncelerin ifade edilişindeki kuvveti onun eserlerinde insan açık bir şekilde hisseder ve büyük bir heyecan duyar!..

“Hile ve Sevgi” oyununu 1950 yılında, belki de daha erken, Zahide Özveren’le Lütfi Ay birlikte çevirmişler. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, çevrilmiş yabancı eserlerden söz ederken mutlaka o çeviriyi yapanları da anmamız, onları unutmamamız gerekmektedir, çünkü o eserler onlar tarafından çevrildikleri için bize ulaşmıştır, bu bir vefa borcudur. Elbette çevirilerde çok sayıda hatalar yapılmış, buna hiç şüphe yok, ancak bilmediğimiz dünyayı tanımaya yönelik adımlar, iyi niyetli girişimler her zaman önemlidir ve takdir edilmelidir. “Kabale und Liebe”nin ilk çevirisi de Sabri Bey tarafından daha eski zamanlarda yapılmış…

Bu oyundan bir cümle aktarayım buraya: “…Bu değersiz hayatı, onun yüzünü serinletmek için, hafif, okşayıcı bir rüzgâr haline getirebilseydim… bu gençlik baharım bir menekşe olsaydı da, o bunu çiğnese, bu menekşe onun ayağı altında boynunu büküp ölseydi…” ya da şu cümleye bakalım: “Bu şeffaf pırlantanın içini nasıl görüyorsam senin ruhunu da öyle okuyorum…” Bu cümleler ve benzeri öteki cümlelerde edebiyatın gücü mevcuttur; düşüncenin ifade edilişinde bir kalite ve zarafet vardır. Kişisel görüşüm, klâsikliğin en önemli ölçütlerinden biri işte bu güçtür, bu zarafettir!..

Schiller ilk oyunu olan Die Rauber’i (Haydutlar) 1780 yılında kendi parasıyla yayınlamıştır. Oyun ilk kez Mannheim’da oynadığında devrimci içeriğinden ötürü tepki almış ve hatta Dük Karl Eugene tarafından Schiller’in yazı yazması yasaklanmıştır. Schiller’in yaşamıyla ilgili ayrıntılara girmeyeceğim; sadece burada onun klâsik Alman edebiyatının temsilcilerinden Goethe’yle çok iyi bir dost olduğunu, üniversitede tarih profesörlüğü yaptığını, bir ara 12 yıl boyunca oyun yazarlığına ara verdiğini ve veremden öldüğünü belirtmekle yetineyim…

Schiller’ın “Hile ve Sevgi” oyunu 1927 yılında Darülbedayi’de Muhsin Ertuğrul tarafından sahnelenmiştir. Türk tiyatrosunun Batı edebiyatı şaheserleriyle yükseltilmesi doğrultusunda yapılmış önemli adımlardan biridir bu. Herhalde o zamanlarda bu oyunların ülkemize gelişine Batıcılık, Batı Hayranlığı şeklinde olumsuz bakanlar çok olmuştur. Oysa sanatta sınırlar görülmez! İyi ve kötü, yüksek ve alçak değerler şeklinde bakılmalıdır sanata. Yüksek değer taşıyan bir eser ister Batıdan, ister Doğudan, ister Kuzeyden, isterse de Güneyden gelsin, ondan yararlanmaya, ona hak ettiği değeri vermeye bakılmalıdır.

Friedrich von Schiller 1805 yılında meşhur kent Weimar’da öldü. Bu demektir ki 2005 yılı onun ölümünün 200. yıldönümü! Ülkemiz tiyatrolarında bunun dikkate alınacağını umuyorum; Hile ve Sevgi oynanırsa, böyle bir oyuna gitmek için şahsen büyük bir arzu duyacağım. Schiller demek “Güç” demektir! Ondan öğrenilecek pek çok şey var!…

“Hile ve Sevgi”den bir cümleyle bu yazıyı bitireyim: “Bu dünya büyüklerinin arzu ve ihtirasları, kendisine kurban arayan, doymak bilmez bir sırtlandır…”

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

Kraliçe Elizabeth çağının ünlü tiyatrosu Globe’un ön tarafına kazınmış bir yazı vardır. Bu yazı, Neron’un çağdaşı Latin yazarı ve şairi Caius Arbiter Petronius’a aittir. Petronius şöyle der: Totus Mundus Agit Histrionem! Üstat William Shakespeare’in sözleriyle söyleyecek olursak: “Bütün Dünya Bir Sahnedir!” Bu sahne bir küre şeklindedir ve üzerinde de yaklaşık 6 milyar oyuncu vardır! Yaşayan her insan muhakkak ki bir oyuncudur. Olaya bu açıdan baktığımızda aktörler ve aktrisler oyun içinde oyun oynayan kişilerdir aslında…
Dünya bir sahne ve bizler de birer oyuncuysak ilginç sorular karşımıza çıkar. Bizler kimin oyununu oynuyoruz? Bu sorunun tek bir yanıtı yoktur. Bazıları kendi yazdıkları oyunu oynarlar. Bazıları da başkaları tarafından yazılmış oyunları oynarlar. Çoğunlukla aileler, çocuklarına bir oyun yazıp verirler ve bu oyunu oynamasını isterler. Bazen devlettir oyunu yazan ve oyuncular da halk. Bazen Napolyon, Sezar gibi kahramanlar – kimilerine göre despotlar – çıkıp kendi yazdıkları oyunu sergilerler, bu oyunla bütün bir tarihi hamur gibi şekillendirirler.
İnsan, yeryüzü sahnesinde bazen oyun yazarı olur, bazen oyuncu, bazen yönetmen, kimi zaman her üçü de birden!.. Dünya dediğimiz bu büyük küresel sahnede herkes aynı zamanda seyircidir de! Etrafa baktığımızda her yerde milyonlarca oyun oynandığını görürüz; bunları seyrederiz. Sadece seyretmekle kalmayıp istersek bu oyunlardan herhangi birinin içine girip biz de o oyunda rol alabiliriz. İkinci Dünya Savaşını bir trajik oyun olarak düşünürsek kimileri bu trajedide bilerek, isteyerek oyuncu olmuşlar, kimileri hiç istemeden, zorla oyuncu olmuşlardır. Böyle trajik oyunları uzaktan seyretmek güvenlidir, ama insan ahlaken yanlış oyunlara seyirci olarak kaldığı sürece de vicdanen kendisini asla rahat hissetmez. Pek çok insan nerede kötü, nerede trajik bir oyun oynandığını görse ya sadece seyreder ya da çekip gider, oysa o oyuna müdahale etmeli, en azından hiçbir şey yapamıyorsa o oyunu protesto etmelidir, şiddetle kınamalıdır!..
Yeryüzünde yaşayan herkes bir oyuncudur demiştik. Oyunlarımız sonsuza dek sürmez ne yazık ki! Küresel sahneye gelir, iyi kötü bir şeyler oynarız, sonra da oyun bir şekilde biter. Oyunu bitiren Doğa Yasalarıdır. Doğa Yasaları Dünya sahnesinin perdeleridir. Bu perdeler biz istemesek de zamanı gelince kapanırlar; bu perdeler kapanırken alkış sesleri duyulmaz, yalnızca hüzün ve keder vardır. Perdelerin kapanmasını bilim muhakkak ki zamanı geldiğinde durduracaktır; ancak o zamana dek milyonlarca insan için perdeler acımasızca kapanacaktır. Oyunculuğumuzun süresi de ne yazık ki çok kısa!.. Bir kaplumbağa 300 yıl, bir doğan 160 yıl boyunca Dünya Tiyatrosunda oyunculuk yapar; bir insanınki ortalama 70 yıldır! Ama bir örümcek 2 yıl, bir salyangoz ise 7 yıl yaşar sadece; o halde insan yine de öteki bazı oyunculardan, kimi figüranlardan göreceli olarak daha şanslıdır!..
Caius Petronius’un “Totus Mundus Agit Histrionem” sözünü dinsel bakış açısından da inceleyebiliriz. Bir an için tek Tanrılı dinlerin doğru olduğu varsayımından yola çıkarsak, Dünya sahnesinde sergilenen bütün oyunları Tanrı’nın yazıp yönettiği oyunlar olarak da görebiliriz. Bu bakımdan Tanrı evrenin tek ve en ünlü Oyun Yazarı sıfatını almaktadır! Sophokles 100’den fazla oyun yazmıştır; ünlü İspanyol oyun yazarı Lope de Vega’nın 1800 tane komedi yazdığı söylenir. Tanrı’nın yazdığı oyunların sayısı kaçtır peki?..
Dinsel inanç bağlamında daha değişik bir şekilde de düşünebiliriz: Tanrı evreni yaratmış, doğa yasalarını koymuştur; başka hiçbir şeye de karışmamaktadır! Yani o, ilk oyunu yazmıştır. Sonraki oyunları bizler yazıyoruz; bizler, yani küresel sahnenin geçici oyuncuları, oyun yazarları, rejisörleri!..

 

Dünya tiyatrosunda çok korkunç oyunlar da yazılmış ve oynanmıştır! Adolf Hitler Yahudiler için kötü bir oyun yazmıştı; bu trajik oyun oynandı, berbat bir oyundu; oyunun sonunda birkaç aşırı milliyetçi deliden başka alkışlayan olmadı.

Evet, Dünya bir sahne; uzaydan bakıldığında mavi dekorlara sahip bir sahne; 6 milyar oyunculu, 6 milyar seyircili, uzayın karanlık boşluğunda su değirmeni gibi dönmekte olan ve bir gün yok olup gidecek bir garip sahne! Sahnenin ışıkçısı bazen güneş, bazen dolunay!..

Peki biz bu güzel sahneyi ne kadar koruyoruz? Son yıllarda küresel ısınmanın ürpertici etkilerinden bahsedilmekte. Akla oldukça yatkın bu teori doğru çıktığı takdirde sahnemizde sular yükselecek, fırtınalar her yerde hüküm sürecek! O zaman biz oyuncular, biz şafaktan önceki zavallı karaltılar nerede oynayacağız oyunumuzu? Bu mavi sahnenin değerini bilelim; güzel oyunlar yazalım ve güzelce oynayalım. Bizi ilginç düşüncelere sürüklediği için de Caius Petronius’a yürekten teşekkür edelim…

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

Yazıma 400 yıldan fazla bir zaman önce dünyanın kuzey bölgesindeki bir ülkede tiyatro dünyasında yaşanmış bir takım olumsuzluklardan bahsederek başlayacağım. 16. Yüzyıl İngiltere’sinde 1581 kararnamesi Kraliyete tiyatro üzerinde tam bir kontrol olanağı veriyordu. Kraliyet izni olan her topluluk, yasal olarak kraliyet sınırları dâhilinde istedikleri her yerde gösteri yapma hakkı elde etmiş oluyordu. Ancak yerel yöneticilerin çoğu yetkilerin kendilerinde olması gerektiğine ve krallığın yetkiye zorla el koyduğuna inanıyorlardı.

Yerel yönetimler oyuncuların sahip oldukları iznin gereklerini yerine getirmemek için çeşitli yöntemler bulmuşlardı. Bunlardan bazıları şöyledir: Veba tehlikesi, kalabalığın karışıklık çıkarmaya meyilli olması ve insanların işlerinden, dini törenlerinden alıkoyulması. Bu gerekçeler gösteri izni vermemek için kullanılıyordu. Kraliyet desteği olmasa tiyatronun yaşamını sürdürebilmesi neredeyse imkansız olacaktı!..

Kent yöneticileri tiyatroları zararlı buluyorlardı. Ayrıca Püriten’ler, yani katı ahlakçı dindarlar, tiyatroyu ahlak bozuculukla suçluyorlardı. Püritenler yazdıkları kitaplarda tiyatronun şeytan tarafından kötü alışkanlıkları cesaretlendirmek, insanları dürüstçe çalışma ve diğer yararlı işlerden uzak tutmak için bir araç olarak kullanıldığını iddia ediyorlar ve tiyatroya sövüp sayıyorlardı. Neyse ki kraliçe ve Saray çevreleri bunlara aldırış etmiyordu. Onlar tiyatroyu seviyorlardı ve oyuncuları besliyorlar, kumpanyalara hamilik yapıyorlardı. Merkezi otoritenin tiyatronun yanında yer alması bir şans olmuştur ve elbette her zaman da böyle olmamıştır; merkezi otoritenin olumsuz kararları da olmuştur.

Bu ve benzeri örnekler bize şunu hatırlatmaktadır: Merkezi otorite ya da yerel yönetimler sanatı seven, onun gerçek değerini bilen, sanatın paha biçilmez getirisinin idrakine varmış, aydınlanmacı bir zihin yapısına sahip kişilerden oluşmuyorsa o zaman sanat tehlikeye girmektedir. Sanata müdahaleyi sanatçıya elektrik akımı vererek işkence yapmaya benzetebiliriz. Çözüm çok basit ve çok açık: Sanat kurumları hem merkezi otoriteden, hem de yerel yönetimlerden bağımsızlaştırılmalıdır. Sanat kurumları sanat adaları haline getirilmelidir. Ülkenin her yanındaki ödenekli tiyatrolar bağımsız birer cumhuriyet şekline dönüştürülmelidir; onları Vatikan gibi devlet içinde hükümran bir devlet şeklinde düşünebiliriz. Amaç, sanatı, sanatçıyı özgürleştirmek, dış etkilerden, baskılardan yalıtmak, onları kendi hallerine bırakmaktır.

Şu anda ödenekli tiyatroların paralarını belediye veya devlet karşılıyor şeklinde bir algılama hatasına düşülüyor. Temelde devletin parası, belediyenin parası diye bir şey söz konusu değildir, sadece halkın parası vardır. Bu ülkede ve başka ülkelerde yapılan her işi halk finanse etmektedir. Halkın parası sanat için kullanıldığında bu halkın yararınadır. Halk, sanattan, daha doğrusu iyi sanattan her zaman büyük yarar sağlar. Yani bir ülkede sanat için mutlaka büyük kaynaklar ayrılmalı ve bu kaynaklar bağımsız, egemen sanat kurumlarının kullanımına hiçbir çekince duyulmadan tahsis edilmelidir. Sanat kurumlarında egemenlik kayıtsız şartsız sanatçıların olmalıdır! Kendi kendini yöneten, kendi kendini denetleyen, bütünüyle bağımsız, kalbi sanat için çarpan, idealist, yaratıcı birimler ülkenin her bir köşesinde, en küçük bir köyünde dahi mantarlar gibi çoğalmalı.

Umberto Eco’nun çok satan ödüllü kitabı “Gülün Adı” isimli romanının filmi yapılmıştı. Filmde manastırda işlenmiş esrarengiz bir cinayetle ilgili bir konuşma geçer ve William of Baskerville (Sean Connery) bu sorunla ilgili olarak şöyle der: “It is elemantary!” yani basit! Türkiye’de pek çok sorun gerçekten de basittir! Çözümler de basittir. Sanat kurumlarının özerkliği de böyle bir sorundur. Birkaç haftada halledilebilecek bir meseledir. Sorunların çözülmemesinin nedeni beceriksizlik, modern bir zihinsel yapıya sahip olmamak, kötü niyet, evrensel doğruları algılama yeteneğinden yoksunluktur…

Yine de Horace’ı dinleyelim: “Nil Desperandum!” Hiçbir şey umutsuzluğa düşürmemeli!.. Sanat çok güçlüdür, baskı altında dahi ilerlemeye devam eder. Ondaki yaratma aşkı öyle güçlüdür ki, her türlü olumsuz koşul altında bile nefes alıp verir; o, yenilmez bir güçtür!..

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

« Newer Posts - Older Posts »