Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Posts Tagged ‘Edmund Hillary’

Piramit, üç boyutlu geometrik biçimler arasında en çok ilgi çekenlerden biridir; gerçekten güzel, orijinal bir şekli vardır. Bir küreyle ya da bir küple bir piramidi yan yana koyduğumuzda hemen ilk dikkatimizi çeken şeyin piramidin noktasal ve tek bir zirvesinin olduğudur. O yüzden piramit, kademeli yükselişi anlatan olaylar veya aşağıdan yukarı doğru bir gelişimi, bir evrimi belirten durumlar için örnek olarak sıkça kullanılır.

Mesela mistik dünya için böyle bir piramit ortaya koyarsak bu piramidin zirvesinde Gautama Buda yer alır. Krişna, Mahavira, İsa gibi mistik ustalar elbette vardır, ama Buda mistik dünyada gelmiş geçmiş en büyük ustadır. Bu konu da çok ilginç olmakla birlikte asıl konumuz tiyatro olduğu için bu yazımda oyun yazarları bağlamında Tiyatro Piramidi’nden bahsedeceğim şimdi.

Tiyatro Piramidi’nin (ve esasen edebiyat piramidinin de) zirvesinde hiç şüphesiz Elizabeth çağının oyun yazarı William Shakespeare yer alır; bu evrensel bir yargıdır. 17. yüzyıldan 21. yüzyıla kadarki bütün yüzyıllarda Shakespeare bu piramidin tepesindedir. Shakespeare’den önceki yüzyıllarda bu piramidin tepesinde kim vardı dersek benim cevabım “Kimse yoktu!” olur; Shakespeare’den önce piramidin tabanında çok sayıda, ortasında da az denecek sayıda yazar vardı elbette, fakat o zamanlarda, aşağıdan bakıldığında görülemeyen ancak hissedilebilen o sivri tepeye ulaşan henüz olmamıştı…

Bu konuya Nepal-Tibet sınırında bulunan Himalaya’lardaki Everest zirvesinden somut bir örnek verebiliriz. Everest’e çıkma girişimleri 1920’li yıllarda başladı. Her seferinde oldukça yükseklere çıkılmış ama zirveye uzun bir süre ulaşılamamıştır. 1922 General Bruce seferi, 1924 Norton seferi, 1933 Hugh Ruttledge seferi, 1935 Shipton seferi, 1938 Tilman seferi… 1953 yılına geldiğimizde Yeni Zelandalı Edmund Hillary ve onun taşıyıcısı meşhur Şerpa Tensing 8840 metrelik zirveye çıkmayı başarmışlardır!..

Geçmiş zamanlardaki “Kaliteli” oyun yazarlarının yaptıklarını da hep bu seferlere benzetebiliriz: Aiskhylos seferi, Sophokles seferi, Euripides seferi, Plautus seferi, Lope de Vega seferi, Marlowe seferi… Bu seferlerin her birinde farklı yüksekliklere çıkılmıştır, ama hiçbir zaman zirveye ulaşılamamıştır. Zaten görülebilen bir zirve de yoktur, onu bazı iyi donanımlı oyun yazarları sürekli yukarı çıkarak kendileri inşa etmişlerdir esasen. Fakat çıkılan her noktada zirvenin daha yukarda bir yerlerde olduğu hissi o oyun yazarlarının zihninde her zaman mevcut olmuştur.

Dağcılıktan örnek verdim ama şunu unutmayalım ki, Sör Edmund Hillary’den sonra Everest’in zirvesine onlarca yeni dağcı çıkmıştır, oysa Tiyatro Piramidinin zirvesine Shakespeare’den bu yana çıkan olmamıştır. Shakespeare’i o zirveye çıkaran sihirli güç dramatik yapıdan, seçtiği konulardan, yarattığı ya da ödünç aldığı karakterlerden ziyade onun kullandığı eşsiz dildir. Shakespeare’i o zirveye estetik olarak kullanılmış “Üst Düzey Edebiyat” çıkarmıştır, kullandığı eşsiz “Üslup” onu o kadar yükseğe taşımıştır…

Bir Çehov, bir Moliere de büyük oyun yazarlarıdır, ama onlar şu anda sadece Shakespeare’in bulunduğu o noktasal zirvede yer almazlar. Kral Lear’dan bir bölüme bakalım: “Onu böyle, sahip olduğu bütün sakatlıklarıyla, dosttan yoksun, nefretimize yeni evlat olmuş, lanetimizle çeyizlenmiş ve andımızla gönlümüzden uzaklaştırılmış olarak alıyor musunuz?” İşte zirvenin en önemli sihri bu enfes yazım tarzıdır. Bu yazım tarzını, konuşmalardaki büyük sözleri, “Güzel söz söyleme sanatını” kaldırıp atın, o zirve de yok olur; bu durumda, Everest örneğini verirsek eğer, 8840 metrelik zirvenin belki 2 km aşağısına düşeriz!..

Bazı antik çağ bilginlerinin eserlerinde meselâ daire için “En güzel şekil” dendiğine rastlarız. Shakespeare biçemi de yaratılmış en güzel biçemdir. Kullandığım sıfatı tekrar edeyim: “Güzel!” Onun cümleleri için bu sıfat çok uygundur, ama eksiktir: Tam olarak söylemek gerekirse “Güzel ve güçlü!” Pek çok yazar farklı üsluplar, farklı biçemler kullanmışlardır; mesela önceki yazımda August Strindberg’in değişik anlatım tarzlarına öncülük ettiğinden söz etmiştim, fakat bunlar sadece değişik anlatım biçimleridir, Shakespeare biçemi yanında sıradan kalırlar.

Her “ciddi” oyun yazarının hayalinde veyahut bilinçaltında Tiyatro Piramidinin zirvesine çıkmak vardır; burada elbette “Niteliksel” anlamda bu zirveye çıkmaktan bahsediyorum. Bu zirveye giden yol kesinlikle “Üst düzey edebiyattan” geçer. Başka hiçbir biçimde oraya ulaşılamaz. Dünyanın en iyi dramatik yapısını da kursanız, “Üst düzey edebiyatsız” oraya çıkılamaz. “Yüksek edebiyat” yüksek dil ustalığı gerektirir. Shakespeare’den sonra onun eriştiği düzeye çıkmak isteyenler olmuştur. Ancak onlar hep bir şeyleri ya da pek çok şeyleri eksik yapmışlardır. Ya çok arzuladıkları halde “Üst düzey edebiyat” kullanamamışlardır, ya “Yüksek Edebiyatı” kulağa hoş gelen akıcı bir tarza dönüştürememişlerdir ya da Shakespeare oyunlarındaki sözsel büyüklükleri, üstün söz cambazlıklarını, estetik güzelliği atlamışlardır…

Politikada, askeri alanda ve öteki bütün alanlarda olduğu gibi sanatta da bir “En üste ulaşma” meselesi vardır. Nasıl ki Büyük İskender, Napolyon ve Adolf Hitler gibi generaller kendilerine nihai hedef olarak bütün dünyayı fethetmeyi seçmişlerdir, Shakespeare’den sonra gelen pek çok oyun yazarı da, Schiller, İbsen vs. düzeyindeki yazarları kastediyorum, açıkça ya da daha yaygın bir biçimde “gizlice” Tiyatro Piramidinin tepesine çıkmaya çalışmışlar, Shakespeare’in sanat alanında elde ettiği “Dünya egemenliğine” kavuşmayı arzulamışlardır.

Yeri gelmişken söyleyelim ki, William Shakespeare hiç kimseyi öldürmeden bir tür “Dünya egemenliği” elde etmiştir; sanatın bu yönü gerçekten ne kadar takdir edilse azdır. Sanat, güzellikle dünyayı fetheder; askerle, güçle, zorla, cinayetlerle elde etmez… Birincisi kalıcı olur, ikincisi gelir gider… Birincisi Tanrısal, ikincisi şeytanidir.

Bu “Niteliksel anlamda en üste ulaşma” arzusuna dönelim şimdi. Eğer bu arzuya şan, şöhret elde etme arzusu gibi “Alt seviye” duygular, “Egonun yarattığı bu bayağılıklar” karışmışsa ona saygı duyulamaz. Bu arzunun beslendiği kaynak temiz olmalıdır, yani en büyük ustanın olduğu yere onun yarattığı edebî güzellikleri, o en yüksek standardı yeniden ve hatta daha geliştirilmiş bir biçimde yaratabilme hevesiyle, böyle bir hedefle yola çıkılmışsa o zaman buna saygı duyulur.

Bu hedefe doğru yükselen merdivenin ilk basamağı sevgidir. Yani Tiyatro Piramidinin zirvesini Hamlet oyunuyla somutlaştıracak olursak – ki esasen edebiyatın da zirvesidir burası ve tiyatro ile uğraşanlar için büyük bir mutluluktur bu – işte bu oyunu okuduğunuzda yaratılmış bu “yüksek” değere karşı içinizde bir “Sevgi” duygusu oluşmuşsa o zaman ilk basamağa çıkılmış demektir. Sevgi, ilk adımdır ve büyük bir adımdır; başka pek çok kapıyı olduğu gibi bu kapıyı da açacak olan sevgi maymuncuğudur.

Kapıyı açtıktan sonraki ya da ilk basamağı çıktıktan sonraki süreç uzundur. Gerçek bir dil ustalığına ulaşmak zaman alır ve doğuştan gelen yeteneklerle de belirlenmiş bir sınırı vardır. Yani herkes “Üst düzey dil ustalığına” erişemez ve esasen oldukça az sayıda kişi erişir… Shakespeare’in özel tiyatro diline baktığımızda “uzun cümleler” vardır. “Uzun ve aynı zamanda sıkmayan cümleler” dil ustalığı açısından önemli bir göstergedir. Kısa cümleli yapıda dil ustalığı olmaz. Kısa cümleli yazar esasen dil ustalığından uzak olan yazar anlamına gelir… Başarılı ve estetik olan bir uzun cümle kurmak zordur, kısa cümleyi kurmak çok kolaydır, herkes kısa cümle kurabilir… Ama şunu da ekleyeyim, uzun cümle estetik ve akıcı olmalıdır, yoksa sıkıcı olur… Shakespeare cümlesi sıkmaz, onun cümleleri ağdalı değil “sanatlıdır,” iyi işlenmiştir yani.

İnsanın kutsal amacı nedir? İnsanın kutsal amacı evrimleşme sürecine katkıda bulunmaktır diyebiliriz. Evrimleşme ileri gidişi sembolize eder. Tiyatro dünyası Shakespeare’le birlikte evrimleşme sürecinde, yani yukarıya çıkışta gerçekten müthiş bir sıçrayış yapmıştır; bu bir “quantum sıçrayışıdır!” Yerdeki bir canlının evrimleşip uçmaya başlaması gibidir bu!… Demek ki tiyatroda evrimleşmenin daha da ileri bir aşamaya gidişi için öncelikle Shakespeare zirvesine çıkılmalı, sonra da bu zirve aşılmalıdır. Gelişmenin bir yerde zirve yapıp orada durması hiç de istenen bir durum değildir; istenen şey sürekli yeni zirvelerin yaratılmasıdır. Eğer sonsuzluk varsa, koşmanın da sonu yoktur; bunu insanoğluna verilmiş bir ceza olarak da görebilirsiniz, bir nimet olarak da. Ama eğer bir şey bitmişse, mesela tiyatronun zirvesine ulaşılmışsa, o zaman o alanda her şey de bitmiş demektir; bir şey bitmişse o şey sıkıcıdır artık. O yüzden insanın ihtiyaç duyduğu şey bir şeyin “bitmemiş” olmasıdır, bir şeyin “daha ileri götürülebilecek bir yanının kalmış olmasıdır.” Tiyatronun zirvesine ulaşılmışsa ve artık ötesi yoksa o zaman biz ne yapıyoruz? Zaman mı geçiriyoruz? Ama şanslıyız ki bir zirve var ve onun ötesi var, onun ötesine giden yol da zirvedeki kapıdan geçer.

Yeni tiyatro hareketlerinin ortaya çıkışı bu zirveye yaklaşım açısından bir yarar sağlamaz. Absürd tiyatroyu örnek vereyim. 1950’lerden sonra yaygınlık kazanmış bir harekettir bu, ama bu alanda verilmiş oyunlar, içlerinde güzel olanları varsa da, bahsettiğim o zirvenin çok altındadır. Yeni biçemlerle bu zirveye yaklaşılmaz, bu zirve bu yeni hareketlerle aşılmaz, aşılamaz… Hamlet’e ancak “Hamletvari” (ama bambaşka bir konusu olan) bir oyunla yaklaşılabilir, Hamlet ancak “Hamlet-üstü” bir oyunla aşılabilir ki bu oyunun dil özellikleri Hamlet’inkinden daha gelişmiş olmalı, derinliği ondan derin olmalı, içtenliği ondan daha içten olmalı… Bunun müthiş zorluğu da aşikardır…

Shakespeare “kalitesine” yeniden ulaşılmalı ve hatta daha ileri bir aşamaya geçilmeli derken bu meseleye “Hırs,” kapitalist sistemdeki “Rekabetçi mantık” girmişse olay “çirkinleşmiş” demektir. Sanatın ilerleyişi hırsla değil sevgiyle olmalıdır. Bir Napolyon belki Büyük İskender’in önüne geçmek hırsıyla yanıp tutuşarak hamlelerini yapmış olabilir, ama bir sanatçı sadece Shakespeare’in yarattığı güzelliklere ulaşmak ve onları daha geliştirmek gibi “masum bir arzuyla” hareket etmelidir.

Konunun Türk Tiyatrosuyla ilgili bölümüne geleyim. Geçmişte Türk Tiyatrosu hiçbir zaman evrensel bir yükseklik belirlememiştir, yani dünya oyun yazarlarına  esin kaynağı olacak bir yükseklik yaratmamıştır ve piramidin tabanında, o çok kalabalık yerde, nefes almanın zor olduğu o mekanda dolaşıp durmuştur. Örnek vermem gerekirse bir Cyrano de Bergerac bir yüksekliktir, Çehov’un Martı’sı bir yüksekliktir ve Edmund Rostand ya da Anton Çehov bütün dünya oyun yazarlarına bir esin kaynaklığı teşkil etmiştir. Bunu yapmanın yolu “üst düzey” değer yaratmaktır. Yani bir “Goethe Faust”u yaratılacak, sonra Faust’u okuyanlar bu oyundan küresel ölçekte etkilenecekler (Okuyanlar diyorum çünkü sahnede izlemek anlıktır, uçar gider, okuma önemlidir, okuma kalıcıdır, okurken salon yoktur, oyuncular yoktur, olayın özü vardır, dikkatler dağılmaz, metin üzerinde, düşünce üzerinde yoğunlaşılır.) Bu olay, esin kaynaklığı yapan bir yükseklik yaratmaktır. Türk tiyatrosu “yeni” yazarlarla, “yeni” kuşakla bu işi başarabilir.

Yazımın sonlarına yaklaşırken şunu da belirteyim: Everest Dağı’nın zirvesine çıkmak isteyenler için çok zorlu bir süreç vardır. Yeterince iyi donanmış bir dağcı da olsanız önce saatlerce sürecek bir yolculukla Nepal’in başkenti olan Katmandu’ya gitmeniz gerekir. Katmandu’dan Everest ana kampına yaklaşık 2 haftalık zorlu bir yürüyüş vardır!! Sonrası zaten bir başka ürkütücü süreçtir. Ama Tiyatro Piramidi’nin zirvesine (okuma bağlamında) çıkmak isteyenler en yakın kitapçıdan mesela 9 YTL’ye (Yukarı doğru kurnazca bir yuvarlamayla bir zam gelmediyse eğer!!) bir Macbeth alıp okuyabilirler, ya da “Bir Yaz Gecesi Rüyası,” daha ince olduğu için daha ucuzdur da!..

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »